Fatih Sultan Mehmet 1453 İstanbul’u Türkler Tarafından Fetihi
Fatih Sultan Mehmed, tarihin en şanlı hükümdarlarındandır. Fetihleri, projeleri ve icraatları ile tarihin akışını tayin etti. Etkileri günümüze kadar süren köklü değişikliklere kapı açtı. Sadece şehirleri ve ülkeleri değil, zamanı, çağları ve kalpleri de fetheden bir hükümdar/serdar oldu. 1058 yıllık Bizans’ı tarihe gömdü. İstanbul’u fethederek tarihte pek az komutana nasip olan muhteşem bir zafere imza attı. Dünya incisi İstanbul’u bize hediye etti. 28 yıllık padişahlığında 2 imparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethetti. Osmanlı’nın sınırlarını 2 milyon 214 bin kilometrekare genişletti. Hepsinden mühimi de şahsında milletimizi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in övgüsüne mazhar etti.
İstanbul’u Fethetme Azim ve İdeali
3 Şubat 1451’de, Manisa’dan tahta çıkmak üzere Edirne’ye gelen Sultan Mehmed’in at üzerindeki duruşu, yiğitlik ve görkemi görülmeye değerdi. Devrin ünlü din bilgini Fahreddin Acemî’nin ifadesiyle, büyük bir padişah daha atalarının tahtına yürüyordu. Halk, yeni padişahı coşkun bir kalabalıkla, “Padişahım çok yaşa!” tezahüratlarıyla karşıladı.
Tahta çıkınca Sultan Mehmed hemen kolları sıvadı. Tek derdi ve ideali vardı: İstanbul’u fethetmek. Büyük Dedesi Yıldırım Bayezid devrinde başlayan bu kutlu davaya son noktayı koyması gerektiğini düşünüyordu. Bütün manevî işaretler kendisini gösteriyordu. Babasının, devlet adamlarının ve din bilginlerinin bütün desteği ve duası kendisiyleydi. İslâm sancağını İstanbul’a mutlaka dikmeliydi. “Ya İstanbul beni alacak ya da ben İstanbul’u!”diyordu. Fatih’in azim ve kararlılığı, fethe ne ölçüde odaklandığı hakkında Bizanslı Tarihçi Dukas şu çarpıcı bilgileri aktarır: “Padişahın, gece ve gündüz huzuru kaçmıştı. Yatağına girer ve kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken hep İstanbul’un fethiyle meşguldü. Yalnız veya arkadaşlarıyla gezintiye çıkar, onu düşünür, dinlenme ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt daima İstanbul’un haritasıyla uğraşırdı. ”
Fatihliğe göz koyduğunu “Allah’ın ve Peygamberimiz’in yardımı ile şehri düşman elinden alacağız!” sözüyle ilan ediyordu. Bu uğurda tüm askerî, idarî ve teknolojik dehasını sergilemekte kararlıydı. Allah’a derin bir inancı, teslimiyet ve tevekkülü vardı. Azim, inanç ve teslimiyetini anlatması noktasında şu sözleri müthiştir: “Bir zayıf kul, samimi niyetle Allah’ın lütuf hazinesinden hayır isteyip ona yönelse umutsuz bırakılmaz. Bir şeyi Allah dilemişse, bütün kâinat aksine çalışsa da engel olamaz. Eğer o kalenin benim elimle fethedilmesi nasip olacaksa, burç ve kale duvarı taştan topraktan değil de demirden bile olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim!”
Kutlu Fethin Mana ve Şümulü
İstanbul’un fethi sadece bir savaşın kazanılması, bir şehrin ele geçirilmesi değildi. Etkileri günümüze kadar süren, insanlık ve medeniyet tarihinde köklü değişikliklere yol açan muazzam bir hadiseydi. Türk ve İslâm tarihinin olduğu kadar dünya tarihinin de seyrini belirledi. Bilhassa Batı âleminin kaderini derinden etkiledi. Fatih, Hıristiyanlığın Doğu’daki son kalesi Bizans’ı yıkarak, Hilâl’in Haç’a karşı üstünlüğünü ispatladı. Fetihten sonra Osmanlı liderliğindeki İslâm âlemi, dünya hâkimiyetinin baş aktörlerinden oldu. Osmanlı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in övdüğü devlet hüviyetiyle İslâm Dünyasında esaslı bir itibar ve mevki kazandı. İslâm’ın bayraktarlığı misyonunu sağlamlaştırdı. Fethin dinamizmiyle taarruza geçen Osmanlılar, Viyana önlerine kadar ilerlediler. Endülüs Emevileri’nden sonra Batı’yı sarsan ikinci İslâm dalgasını oluşturdular.
İlme/Âlime Saygısıyla Çağını Aştı
“Hocalarım, bu şehrin manevî fatihleridir. Ben onlar sayesinde fethi başardım.” ve “Bu sevinç ki bende görürsünüz, yalnız bu kalenin (İstanbul’un) fethine değildir. Akşemseddin gibi bir pirin benim zamanımda olduğuna sevinirim!” diyerek âlimlere ve ilim erbabına hürmet, muhabbet ve ikramda kusur etmeyen Fatih, geceleri medreseleri dolaşır, talebelerin çalışıp çalışmadığını kontrol ederdi. Gecenin ilerleyen vakitlerine değin ders çalışan talebeleri tebrik eder ve mükâfatlandırırdı. Mutat teftiş ve gezintilerinin birinde Ayasofya Medresesi’nin bir odasında sabahlara kadar kandil yandığını fark etmiş ve odada kalan talebenin kim olduğunu sormuştu. “İbn-i Manisa Muhiddin Mehmed” cevabını alınca, talebeyi mükâfatlandırmayı ihmal etmedi. Hatta daha sonra Molla Hüsrev’in tavsiyesi üzerine Mahmud Paşa Medresesi’ne müderris tayin etti. İlme ve âlime gösterdiği değerin bir başka delili de ulema kıyafeti giymeyi tercih etmesiydi. Ondan önce padişahlar zerrin (altın sarısı) Mevlevî külahı giyip üzerine destar/sarık sararken; Fatih, sof mücevveze/kavuk görünümünde tülbentle başını örtmeyi yeğlemişti.
Öte yandan, kurduğu medreselerin ihtiyaçlarını karşılamak için çok sayıda vakıf tahsis etmişti. Bunu gören vezirlerinden birisi: “Zât-ı şahaneniz devlet gelirlerinin önemli bir kısmını medrese talebelerine vakfediyorsunuz. Fakat bunlardan yüzde doksanı asalak yiyici olur, yüzde onu bile adam olmaz.” demişti. Fatih’in cevabı ise şöyle olmuştu: “Onların içinden yüzde bir âlim yetişsin razıyım. O bir memleketi nurlandırmak için muazzam bir varlıktır. Ben öyle bir âlim yetiştirmek için doksan dokuzunu, onun hatırı için doyururum.”
1915’e Uzanan Askerî Dehâsı
Çanakkale Boğazı’nın stratejik önemini ve payitaht İstanbul açısından lojistik değerini, daha 15. yüzyılda görmüştü. Boğazın coğrafî yapısını inceletmiş; genişliğini ve en dar yerini tespit ettirmişti. İşte bu en dar yere, Kilitbahir ve Kal’e-i Sultaniyye/Çanakkale ismiyle karşılıklı iki kale inşa ettirmişti. Kalelerin yerinin önemli bir özelliği de, boğazdaki akıntının en güçlü olduğu yer olmasıydı. Gemiler buradan geçerken hızlarını azaltmak zorunda kalıyordu. Herhangi bir saldırı sırasında, yavaşlayan gemiler bu kalelerden atılan toplarla isabet alacak ve etkisiz hale getirilecekti.
Kilitbahir Kalesi; dış kale, iç kale ve hendeklerden oluşuyordu. Dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı birçok güvenlik tedbirine sahipti. Kalenin dış tarafı, kıyıda yükselen üçgen biçimli bir baş kule ve onun etrafında 20 metre yükseklikte üç yapraklı yonca biçiminde bir duvardan oluşuyordu. İç kale, askerî mimaride örneği olmayan, üç yapraklı yonca biçimindeydi. Burayı inceleyen uzmanlar, meçhul mimarının üst seviyede geometri ve matematik bilgisine sahip olduğunu ve bunu başarıyla uyguladığını tasdik ve takdir etmişlerdir.
Kalelerin sağlamlığı ve stratejik konuma sahip olduğu ilk olarak 1464 yılında ispatlandı. Venediklilerin Çanakkale Boğazı’na yaptığı saldırı, kalelerden yapılan savunma sayesinde püskürtüldü. Kilitbahir Kalesi’nin asırlar sonra 1915’teki Çanakkale Savaşı’nda da kullanılması, Fatih’in ufkunun ve askerî dehâsının göstergesi olacaktı.
Döktüğü Topla Kanunî Belgrad’ı Fethetti
1456’da kuşatıp da alamadığı tek yer, Belgrad idi. Bu fetih 29 Ağustos 1521’de, torununun oğlu Kanunî Sultan Süleyman’a müyesser olacaktı. Fakat bunda Fatih’in de bir nebze olsun katkısı dokunacaktı. Zira kuşatma sonrasında döktürdüğü toplardan birini Uzunca isimli bir kaleye yerleştirmişti. Belgrad’ı ikinci defa kuşatan Kanunî, bu topu Uzunca Kalesi’nden alarak şehrin önüne getirtti ve kuşatma sırasında kullandı. Fatih’in döktürdüğü topun da kullanılması sayesinde şehir Osmanlı yurdu haline getirildi.
İslâmbol’daki Muhteşem Eserleri
İlk ve en önemli eseri hiç tartışmasız İslâmbol/İstanbul’dur. Arkasından da Osmanlı’nın yönetim merkezi ve padişahların aileleriyle birlikte oturdukları yer olan Topkapı Sarayı gelir. Onun zamanında yapılmaya başlanan bu saray, klasik Osmanlı mimarisine göre son derece sade, ama görkemli bir yapıya sahiptir. Üçüncü önemli eseri Fatih Camii ve Külliyesi’dir. Cami, Sahn-ı Seman Medresesi, Tetimme Medreseleri, İmarethane, Tabhane ve Darüşşifa’dan oluşur. Dördüncü eseri de Eyüp Camii ve Türbesi’dir. Hocası Akşemseddin aracılığıyla Peygamberimiz (s.a.v.)’in büyük sahabesi Ebu Eyyüb el-Ensarî’nin kabrini buldurdu. Üzerine büyük bir türbe, yanına da sahabenin adını taşıyan Eyüp Camii’ni inşa ettirdi.
Zehirlenerek mi Vefat Etti?
Fatih muhtemelen bir Doğu/Memluk veya İtalya/Roma seferine çıkmak üzereydi. Memlûk Devleti’ni ortadan kaldırıp İslâm âlemini tek bayrak altında toplamayı ve İstanbul’u hilafet merkezi haline getirmeyi hedefliyordu. Orduyla birlikte 26 Nisan 1481’de Gebze yakınlarına gelmiş ve Hünkâr Çayırı’na otağını kurmuştu. Bir süredir ayağından rahatsızdı. Bazı kaynaklara göre birçok padişahın ölüm sebebi sayılan nikris/damla hastalığına müptelaydı. Otağına girer girmez yatağa düştü ve bir daha kalkamadı.
Âşık Paşazâde’nin aktardığına göre ağrılarını bir türlü dindiremeyen doktorlardan İranlı Lârî, ayağından kan alarak konsültasyon yapmış; ancak bu ağrıları azaltmayıp daha da artırmıştı. Tarihçi Murat Sertoğlu, Memluk Sultanı Kayıtbay’ın bu hekimi ayarlayarak Fatih’i zehirlettiğini iddia etmektedir. Tarihçi Âli’nin tespitleri ise şöyledir: “Hekim Yakub tedavisini yaparken, (Veziriazam Mehmed Paşa’nın tavsiyesiyle) Hekim Lârî de tedaviye başladı. Şüphesiz iki ilaç birbirine karşı menfi etki yaptı. Çok zaman geçmeden Sultan Mehmed vefat eyledi.” Yahudi asıllı Venedikli tabip Yakub Paşa, padişaha çok tehlikeli bir ilaç olan “şarâb-ı fâriğ” içirmişti. Ancak, ilaç fayda etmemiş ve hemen birkaç saat içinde ikindi vaktinde, 3 Mayıs 1481’de Fatih’i ebediyete göçürmüştü.
Neşrî, Lütfi Paşa, Âli ve Solakzâde gibi klasik Osmanlı tarihçileri, zehirlendiğine dair herhangi bir malumat vermemişlerdir. Fakat Âşık Paşazâde, ölüm sebebi olarak manzum bir dille doktorları suçlamıştır. Osmanlı dönemi tarihçilerinden Hayrullah Efendi, zehirleme konusunda kesin bir iddiada bulunmamakla beraber Yahudi asıllı tabip Yakup Paşa’nın “kasıtlı veya yanlış bir tedavi” ile ölümüne sebep olduğuna dikkat çekmiştir. Fatih dönemi tarihçilerinden Tursun Bey de böyle bir şüpheyi dile getirmiş, ama kesin bir ifade kullanmamıştır. Osmanlı tarihçisi Babinger’e göre Fatih’e yönelik on dört suikast teşebbüsünde bulunan Venedik muhtemelen bu işin baş tertipçisidir. Tetikçi olarak da “satılmış casus” Venedikli Yahudi hekim Maestro Lacopo’nun (Yakub’un) kullanıldığını öne sürmüş; ancak “Ölüm nedenini tam bir güvenle bilmiyoruz.” kaydını düşmüştür.
Batı’nın Bayramı: “Büyük Kartal Öldü”
Ölüm haberi, “Büyük Kartal Öldü” başlığını taşıyan ve İstanbul sefaretinden gönderilen bir mektupla, olaydan 16 gün sonra Venedik’e duyuruldu. Ölümü münasebetiyle Roma’da büyük kutlamalar yapıldı ve kilise çanları üç gün boyunca çaldı. Papa, gönderdiği bir talimatla Avrupa kiliselerinde “şükür ayinleri” yapılmasını emretti. Papalık ve Venedik’in ölümüne gösterdikleri tepkiler dahi, Fatih’in onlar tarafından öldürüldüğü yolundaki şüpheleri kuvvetlendirmektedir.
Ölümsüz Vasiyeti
Son olarak vasiyetine yer verecek olursak; tek kelimeyle eşsiz ve muhteşemdir. Osmanlı’nın hangi dinî, insanî ve ahlâkî temeller üzerinde yükseldiğinin ve nasıl ölümsüz bir medeniyet kurduğunun parlak nişanlarındandır:
“Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz Fatih Sultan Mehmed, bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kaim ve mâlumu’l-hudut olan 136 bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim: Bu gayri menkulâtımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerindeki bir kap içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezerler. Sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye 20’şer akçe alsınlar, ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 yara sarıcı tayin ve nasp eyledim. Bunlar ki ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâistisna her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifası ya da mümkünse şifâyap olalar. Değilse, kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Dârülaceze’ye kaldırılarak orada salâh bulduralar… Ayrıca külliyemde inşa eylediğim imarethanede şehit ve şühedanın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak, yemek yemeye veya almaya bizatihi kendileri gelmeyip yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.”
Kaynakça
Tayyib Gökbilgin, “Rönesans Hükümdarı Fatih”, Bilgi dergisi, Sayı: 73/1953; Erkânı Harp Yüzbaşısı Kadri, Çanakkale Savaşları Tarihi, Azmi Millet Kütüphane ve Matbaası, İstanbul, 1935; Solakzâde, SolakzadeTarihi, C. I, Ankara, 1989; Selahattin Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, Ankara, 1999; Halil İnalcık, “Mehmed II”, DİA. C. 28, İstanbul, 2003; Selim Aslantaş, “Begrad-ı Dârü’l-Cihâd”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları dergisi, 2011, Güz (15); Neşrî, Kitâb-ı Cihannüma, c.2, Ankara, 1987; Aşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, İstanbul, 1932; Âlî, Künhü’l-Ahbâr, c.2, Ankara, 2003; Tursun Bey, Tarih-i EbulFeth, İstanbul, (tarihsiz), Tercüman 1001 Temel Eser; Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, Ankara, 2001; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I-2, Ankara, 2003; “Fatih Sultan Mehmed’in Ölümü”, Belleten, c.34, Sayı:134 (1970); c.39, Sayı: 155 (1975); Süheyl Ünver, Fatih Sultan Mehmed’in Ölümü ve Hadiseleri Üzerine Bir Vesika, İstanbul, 1952; Fatih Mehmet II Vakfiyeleri, Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyatı, Ankara, 1938.