GÜL BAHÇESİNDEN ESİNTİLER:
Mekkelilere Safâ Tepesinden İlk Hitap Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan iman ve İslam’a davet, inanmış ruhları sevinciyle okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönülleri ise telâşa sevk ediyordu! “Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir”[1]İlâhî fermanı gelince, Fahr-i Kâinat, adeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşerilerine maddî mânevî saadetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu. Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslam dinini ilan etti.[2] Safâ tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile “Yâ Sabâhâh! (Ey Kureyş topluluğu! Buraya geliniz, toplanınız; size mühim bir haberim var!)” diye seslendi.
Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlikeyle karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı? Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen, “Muhammedü’l-Emin” dedikleri zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti? Merakla, “Ey Muhammed! Bizi niçin topladın buraya, neyi haber vereceksin?” diye sordular. Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi.
Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delillerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti: “Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz, düşmanı görünce ailesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp ailesine zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhâh!’ diye haykıran bir adamın benzeri gibidir. “Ey Kureyş topluluğu! Size, ‘Bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var; sabaha veya akşama üzerinize hücum edecekler!’ desem, bana inanır mısınız?” O âna kadar “Muhammedü’l-Emin” dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatin dışında hiçbir şey duymadıkları Resûl-i Ekrem’e hep bir ağızdan, “Evet” dediler. “Biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik.
Sen yanımızda yalanla itham edilmiş bir insan değilsin.” Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü: “Öyle ise, ben size önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim! Yüce Allah bana, ‘En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut’ emrini verdi. Sizi ‘Allah bir, O’ndan başka İlâh yok’ demeye davet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. Evet efendimiz Muhammed-ül Emindir.Safa tepesindeki insanların dediği gibi o dosdoğru biriydi onda doğruluktan başka söz-iş hasıl olmazdı..bunu düşmanları bile söylüyordu..
En azılı düşmanı ebu cehil bile bir konuşmasında ahnes ibn şeriğin-Muhammed(s.a.v) hakkında ne düşünüyorsun,dediklerine ne diyorsun? Dediğinde herkes gibi o da Muhammed asla yalan söylemez,onun yalan söylediği duyulmamıştır,,diyecektir.işte düşmanlarının bile itiraf ettiği efendimiz(s.a.v)’in bir tek örnekle muhteşem kişiliği.O(s.a.v)in ümmeti olmakla şereflenen bizlerin O’nun güzel ahlağı ile ahlaklanması dileğiyle.Rabbim(c.c) bizi O(s.a.v)’nun nurlu yolundan-izinden ayırmasın.(amin) ~~ferhat POLAT~~ [1] Hicr, 94. [2] Allah Resûlü, Mekkelilere toptan İslamiyeti ve peygamberliğini nasıl duyuracağını düşünmüş, durmuştu. Sonunda Safâ tepesine çıkmayı uygun buldu.
Buradan halka seslenecek, duyan yanına koşacaktı. Zira birinin, bir tehlike hissettiğinde yahut aniden hücuma geçip gafil bulunan insanları ele geçirecek bir düşman sezdiği veya kimsenin haberi olmadan pusu kuran bir hasmını fark ettiğinde, bir dağın tepesine veya yüksekçe bir yere çıkarak en üst perdeden, “Yâ Sabâhâh!” diye haykırması, o zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş üzerine korkuya kapılan halk, süratle hazırlıklarda bulunur ve en kısa zamanda düşmanı karşılamaya çıkardı (bkz. Ebu’l-Hasen en-Nedvî, es-Sîretü’n-Nebevîyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, c. 9, s. 246). [3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 199-200; Buharî, Sahih, c. 3, s. 171: Müslim, Sahih, c. 1, s. 133-135;
Ferhat Polat