“Hilafet Fiilen Türk Milletinin Üzerindedir”
Malatya Türk Ocakları olarak her Cuma akşamı düzenlemiş olduğumuz sohbet programımızı bu hafta da gerçekleştirdik. Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
Kalabalık bir dinleyici grubu tarafından takip edilen programımızda bu hafta Yrd.Doç.Dr. Hasan ŞEN “HALİFELİĞİN KALDIRILMASI İLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME” başlıklı sunumunu yaptı. Prgramöncesi Ocak Başkanımız Nadir Günata bir selamlama konuşması yaptı. Bu haftanın aynı zamanda İstiklal Marşımızın kabulünün yıldönümü olduğunu, Galip Erdem’in ve Gündüzbey’li Ülkücü Mehmet Kızılcı’nın ölüm yıldönümü olduğunu belirten Nadir Günata bu uğurda can veren tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle andıklarını belirtti.
Daha sonra mikrofona geçen İnönü Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Hasan Şen şöyle konuştu;
“632-661 yılları arasında Hulefa-i Raşidin denilen dört halife döneminde halife tam analamıyla bir seçimle yapılmıştır. 661-750 yılları arasında Ümeyyeoğullarının saltanat dönemidir. Emeviler dönemi olarak bildiğimiz bu dönemde seçim usulü terk edilmiştir. Halifelik 750-1258 yılları arasında Ebul Abbas ailesine geçmiştir ve Abbasiler dönemi olarak biliyoruz bu dönemi. 1258-1517 arasında Halifelik Memluklara geçmiştir. Yavuz Sultan Selim 1571 yılında son Halife III. Mütevekkil’den Halifeliği devralmış ve Halifelik makamı yeni bir aileye Osmanoğulları ailesine geçmiştir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) vefat haberi duyulur duyulmaz dönemin ileri gelenleri bir araya gelerek bizi bundan sonra kim yönetecek diye konuşmaya başlarlar. Bu grup hemen 2’ye ayrılır. Bir grup Medine’nin yerlileri “ensar” diğer grup Medine’ye sonradan gelen “muhacirun”dur. Ensar dedi ki; Biz Peygamberin koruyucularıyız, halife bizden olmalı. Muhacirun dedi ki; Biz Peygamberin soyundanız, halife bizden olmalı. Ve kavgaya başladılar. Durum hemen Peygamber efendimizin başında yas tutan Hz. Ebubekir’e bildirilince hemen kalkar ve gelir ki Müslümanlara yakışmayacak bir tablo var ortada. Hz. Ebubekir der ki; “Durun. Allah resulü bu duruma düşeceğinizi bilseydi sizden utanırdı”. Bu sırada bir sahabe ortaya çıkar ve der ki madem 2 gruba ayrıldık o halde seçim yapalım. Kim kazanırsa halife o olsun. Benim adayım Ebubekir der. İçimizde Peygambere en yakın Ebubekir’dir der. Benim gibi düşünenler benim yaptığımı yapsın der ve Ebubekir’in elini tutarak sana tabiyim der. Bu tablo karşısında Hz Ebubekir’in özelliklerini ve üstün vasıflarını sayınca kimse bu duruma itiraz demez ve Hz Ebubekir halife seçilir. İlk 4 halife hem devletin hem dinin en muteber kişileridir. Hepsi de seçimle geldiler.
Hz Ali zamanında Şam valisi olan Ümeyyeoğullarından Muaviye yeter der. Halifeler hep Kureyş ailesinden oldu. Biraz da bizden olsun. Bu durum karşısında Müslümanlar yine 2’ye ayrılıyor. İş silahlı kavgaya kadar gidiyor. Sıffın savaşında büyük kayıplar veriliyor. Müslümanların bu şekilde ölmesine çok üzülen Hz Ali kendisine teklif edilen şartları kabul ediyor. Malum “hakem” vakası ile halifelik seçim olmaksızın Muaviye’ye geçiyor. Hz Ali’nin öldürülmesi sonrası Muaviye oğlu Yezid’i veliaht yapıyor. Hz Hasan ve Hz Hüseyin bu duruma karşı çıkarlar ve bu kavga Kerbela vahşeti ile sonuçlanır ve Hz Ali taraftarları susturulur.
İlk 4 halifede hem dini hem devlet işleri olmak üzere bir takım üstün özellikler arandı. Ancak 4 halife döneminden sonra bu özellikler aranmadı. Saltanat olayı beraberinde keyfilikler getirdi. Emevilerde bu keyfilikler arttı. Şeriatan uzaklaşma ve haksızlıklar yaygınlaştı. Ancak bu olumsuzluklara rağmen devletin sınırları arttı. İslam devleti gelişiyordu ancak yönetim konusunda rahatsızlıklar vardı. Emevi halifelerine karşı halk tepki koyuyordu. Nitekim son Emevi halifesi Mervan’a karşı Horasanlı Eba Müslim tepki koyuyor. Arap olmayan ve kuvvetle muhtemel Türk olan Eba Müslim ordusuyla Mervan’ı mağlup ediyor ve Emevi’lere son veriyor. Ancak Eba Müslim halifelik iddiasında bulunmuyor ve Peygamber Efendimiz’in soyundan gelen Ebul Abbas’a veriyor halifeliği. Halifeler bu kazanmış oldukları siyasi gücün etkisiyle kendilerini dinin en önemli kişisi saydırıyorlar. 1050’li yıllarda Selçuklu Türkleri ile Abbasiler arasında fiili bir durum meydana geliyor. Fatımi’lerin baskılarına karşı Tuğrul Bey Abbasi’lere yardım ediyor ve rivayet odur ki bu olay sonrası Tuğrul Bey Abbasi’lerin siyasi varlığına son veriyor. Birbaşka rivayete göre ise Abbasi’lerin siyasi varlığına son veren Tuğrul Bey değil de Alparslan’dır. Ancak bu konu tarihçiler açısından tartışmalı bir konudur. Hiç böyle bir siyasi varlığa son verme olayı olmadı diyenler de vardır. Selçukl sultanları Abbasi Halifelerini fetva makamı olarak kullanmak istemişlerdir. Ancak istedikleri gibi bir sonuç elde edememişlerdir.
Cengiz’in torunu Hülagü Bağdat’ı işgal eder ve halife’yi öldürür. Abbasi soyundan bir grup her nasıl olmuşsa bu kıyımdan kurtulur ve Memluk’lulara sığınırlar. Memluk sultanı bu grubu kabul eder ve onları himayesine alır. Biz Abbasi soyundanız ve halifelik bizdedir diye içlerinden bir genç Halifelik iddiasında bulunur. Memluk sultanı bunu kabul eder ve 1517 yılına kadar halifelik Mısır’da kalır.
Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır seferi esnasında Halife 3. Mütevekkil’e hediyeler takdim etmesi, O’na karşı davranışları bu yöredeki insanları etkiler. Kendisi için okutulan hutbede geçen “hakimül harameyn” ifadesine itiraz edip “hadimul harameyn” olarak değiştirmesi insanları çok etkiler. Yavuz’un meşhur küpeli resmi de bu sefer esnasında çizilmiştir ve kulağındaki küpe kölelik işaretidir. 3 köşeli olan bu küpe Yavuz’un stratejisini yansıtmaktadır. Her bir köşe istihbarat-saldırı-lojistik kavramlarını işaret etmektedir. 3. Mütevekkil Yavuz’a derki; “ben de seninle birlikte İstanbul’a gelmek istiyorum”. Yavuz bu isteği olumlu karşılar ve kendisinden önce Halife’yi İstanbul’a gönderir. Bu sayahatte Halife’ye el-Ezher’den alimler de eşlik ederler. Bu alimler İstanbul’a geldiklerinde Osmanlı alimleri ile çok çabuk kaynaşırlar. İstanbul uleması ve Mısır uleması Mütevekkil yerine Yavuz’un halife olması üzerinde fikir birliğine varırlar. Ve İstanbul’da yapılan 2 sembolik törenin ardından Halifelik Yavuz Sultan Selim’e devredilir. Kutsal emanetler İstanbul’a getirilir. Yavuz Sultan Selim halifelik ünvanını hiç kullanmamıştır. Hatta hiçbir Osmanlı padişahı Küçük Kaynarca anlaşmasına kadar kullanmamıştır. 1853-1856 Osmanlı-Rus Kırım harbinde Müslümanları yanına çekebilmek için Sultan Abdulmecid ve Cihad-ı Ekber ilan eden Sultan Reşad kullanmıştır halife sıfatını. Esasında devletin güçlü olduğu zamanlarda bunu kullanmaya gerek duymamıştır sultanlar. Ne zaman ki devlet zayıflamaya başladı düğer Müslümanlardan destek alabilmek namına bu sıfat öne çıkarılmıştır.
Çıkaılan Cihad-ı Ekber’e bakıldığında Hindistan, Afganistan ve Pakistan bölgesi dışındaki diğer Müslümanlardan destek görmemiştir. Özellikle Afgan Müslümanları bu çağrıya karşılık verirken Halife’nin çağrısında ziyade bir soy birliği mantığıyla olumlu cevap vermişlerdir bu çağrıya.
Halifeliğin İslam coğrafyası üzerinde bir yaptırımı kalmamıştır. Arap isyanı buna örnektir. Basit bir isyan değildir bu isyan. İsrail’in oluşumunun çekirdeği bu o yıllarda atılmıştır. 1916 yılında Osmanlı Arap isyanlarıyla büyük kırım yaşadı. Devlet dört bir yanda isyanlarla uğraşırken Modros mütarekesi ile Türk vatanının işgali başladı. 1918 yılında düşman donanması Padişahın sarayının önüne geldi ve toplarını saraya çevirdiler. 28 Oca 1920’de toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından Misak-ı Milli kabul edildi. Tabi bu İngilizleri çok rahatsız etti. Bu milli misakı kabul etmeyeceklerini göstermek için 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ettiler. Mustafa Kemal 23 Nisan 1920’de millet meclisinin açılışında şöyle demektedir;
…”eriyen esas teşkilatımızın boşluğunu doldurmak zorundayız”…esas teşkilattan kastedilen şey gayet açıktır. Tabi bu esnada İngilizler rahat durmuyorlar. 25 Ekim 1922’de TBMM’ye ve İstanbul hükümetine mektup yazıyorlar 13 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan kentinde barış görüşmesi var, temsilci gönderin diye. Amaç ikilik çıkartmak. Saltanatçılarla Kuvayı Milliyecileri birbirine düşürmek. Bu ikilik görüntüsünden rahatsız olan TBMM 1 Kasım 1922’de saltanat ve halifelik makamı birbirinden ayrdı. Sultan Vahdeddin meclisin aldığı karar doğrultusunda kendi isteği doğrultusunda ülkeden ayrıldı. Ancak iddia edildiği gibi İngilizlere kaçmadı-sığınmadı. Mekke’ye gitti. 18 Kasımda TBMM karar alıyor ve halifeliği Abdulmecid’e veriyordu. Ancak halifeye şartlar öne sürdüler;
-Halifeden başka unvan kullanılmayacak
-Halife seçildiğine dair memnuniyetini belirten bir bildiri yayınlaması istendi
-Vahdettin’i kınaması istendi
-TBMM ve anayasasının İslam’a en uygun yönetim biçimi olduğunu belirt
-Meclisten onay almadan hiçbir yabacı devlet temsilcisiyle görüşme. Abdulmecid bu şartları kabul edince kendisine ayrılan bir ödenekle saraydaki yaşantısına devam etti. Ancak İngilizler rahat durmadı ve ilk andan Abdulmecid’i markaja aldılar. Yabancı devlet adamlarıyla gizli görüşmeler yaptı. İstanbul’a gelen savcı olsun asker olsun devlet adamlarıyla görüşmeler yapıyordu. Bir süre sonra yazışmalarında Halife dışında “han” sıfatlarını kullanmaya başladı. Meclise bir mektup yazarak İstanbul’a gelen üst düzey devlet yöneticilerinin kendisini de ziyaret etmesini, ayrıca ödeneğinin kendisine yetmediğini bildirdi. Bu arada Afgan Emir Ali ve Hindistanlı Ağa Han adlı iki kişi başbakana mektup yazıyor halifelik makamı güçlendirilsin diye. Kendilerinin de Müslüman olduğunu belirtip halife bizlerinde halifesidir, O’nu daha güçlü görmek isteriz diye. Ancak bu mektuplar başbakana ulaşmadan önce gazetecilerin eline geçiyor ve gazetelerde yayınlanıyor. Bu arada yine bazı mebuslar meclisin çıkardığı yasaları Cumhurbaşkanı ile birlikte Halife hazretleri de imzalasın diye kampanya başlatıyorlar. Tüm bunlar Musul ile ilgili süren görüşmeleri kırmak için İngilizler tarafından organize ediliyor.
Ve en sonunda Urfa mebusu ve 26 arkadaşının verdiği bir kanun teklifi ile 3 Mart 1924 yılında çıkan 431 sayılı kanunla halifenin yetkileri alınmış ve sınır dışı edilmişlerdir. Kanunun birinci maddesi şu şekildedir;
“Halife haledilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır”. Dolayısı ile Hilafet makamı Türk milletinin ü zerindedir. Halife Abdulmecid Efendiye giderken 15000 lira para verilmiş ve İsviçre’ye kadar ki yol masrafları karşılanmıştır. Ayrıca yanındakilere de 1000’er lira verilmiştir. 1944 Paris’te vefat etmiştir. 10 yıl Paris merkez camiinde tahnitlenerek bekletilmiştir. 1954 yılında Medine’ye götürülerek orada defnedilmiştir.
ZİYARETÇİ YORUMLARI
BİR YORUM YAZ