Malatya Türk Ocağı Sohbet
Malatya Türk Ocağı olarak her hafta yapmış olduğumuz sohbet programımızı bu hafta da gerçekleştirdik. Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
Bu hafta Avrupa Birliği Uzmanı Doç. Dr. Selahattin Bakan Hocamızı misafir ettik. Ortadoğu’daki gelişmeler ışığında Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin değerlendirmesini yaptı Hocamız. Kendisine bu güzel sunumu ve bilgilendirmeleri dolayısı ile tekrar teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Hocamız özetle şu şekilde konuştu:
“AB’ye baktığımızda birkaç tane perde var:
1-Soğuk savaş dönemindeki ABD-Rus çatışması
2-Fransız-İngiliz çekişmesi
3-1990’da soğuk savaşın bitmesi ile ortaya çıkan Fransa-Almanya çekişmesi
4-Türk-Yunan çekişmesi
Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulurken Fransa’nın aklında var olan yenilmiş ve bölünmüş bir Avrupa’nın aynı blokta bir araya gelerek dünyada 3. bir kutup oluşturmasıydı. İngilizler Fransa’nın aklından geçeni bildikleri için ama yukarıda bahsettiğim birinci perdeyi de bozmamak adına hem teşvik ediyorlar hem de katılmıyorlar. İngiltere arka bahçe olurum korkusuyla katılmıyor. Ayrıca sterlini dünyada dolardan sonra ikinci değerli para, 44 ülkeyle İngiliz milletler topluluğu adı altında ilişkisi mevcut, Katolik-Protestan çekişmesi var Katolik bloka mı üye olacağım diyor ve Avrupa Ekonomik Topluluğuna katılmıyor ama teşvik de ediyor. Fransızlar’ın başından beri federalist bir emelleri var. Federal bir Avrupa oluşturmak istiyorlar. İtalya’yı başlarda dışladılar, 70’lerden sonra İtalya’yı kabul ettiler. Bir süre sonra İngilizler bakıyorlar ki Fransa’nı amaçları farklı, federal bir Avrupa istiyorlar.
Arka bahçe olmayayım diye katılmamışlardı hızla arka bahçe oluyorlar, sterlinim değerli diye dahil olmamıştı ama bir süre sonra sterlin alman markının da gerisine düşerek 4.’lüğe geriledi, 44 tane kolonim var diyordu bütün kolonileri bağımsızlık ilan etmeye başladı ve daha önemlisi bağımsızlığını kazananlar özellikle Fransa ve Almanya ile ilişki kurmaya başladılar, Katolik bloğa mı dahil olacağım diyordu baktı ki karşısında daha büyük bir Katolik blok oluşuyor bu bloğun içine girip sulandırmak daha akıllıca olur diye düşündü. İngilizler bakıyorlar ki tüm katılmama nedenleri katılma nedenlerine dönüştü. Ve 1961 yılında topluluğa katılmak için başvurdu. O zaman Fransa’nın başında General Charles de Gaulle var ve İngiliz’lerin başvurusunu veto ediyor. İngilizler tedirgin oluyorlar bu durumdan ve bir tartışma başlatıyorlar. İngilizler diyorlar ki ülkelerin ticarerti sosyal ve siyasal ilerlemelerini sağlasın, federalist bir yapı kurmayalım, önce üst yapıyı kurmaya kalkarsak içini yanlış doldurabiliriz. Biz daha gevşek fakat güçsüz olmayan birlik kuracağız diyorlar ve EFTA’yı (Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi) kuruyorlar. Kısa zamanda 21 üyeye de çıkıyor bu birlik. Ama bekleneni veremiyor EFTA. Çünkü kurumları ve kuralları yok, yaptırımı yok aynı zamanda.
1967 yılında Arap-İsrail savaşı oluyor. Avrupa Birliğinin Ortadoğu politikasının şekillenmesinde çok önemli bir olay bu. İngilizler ortadoğuda iyice nüfus sahalarının azaldığını görünce Arap-İsrail savaşı sonrası Amerika ile birlikte Arapları destekleyeceklerine İsrail’in yanında yer alıyorlar. 6 gün savaşları deniliyor buna. Dünya tarihinde ilk defa Mısır,Suriye, Ürdün ve Lübnan hava operasyonu sonrası İsrail’e 6 günde yenik düşüyorlar. Buna kızan Ortadoğu ülkeleri ambargo uygulamaya başlıyorlar batılı devletlere. Ambargodan bütün Avrupa ülkeleri etkileniyor. Fransa’ın Suriye ve Irak’la olan ilişkileri daha iyi. Ama İngiliz’lerin ilişkilerinin iyi olduğu Uzakdoğu ülkeleri ama onlarda da petrol yok. Dolayısı ile bu ambargodan İngilizler daha çok etkileniyor ve ekonomileri batma noktasına geliyor.
O zaman OPEC’in başında Suudi Arabistan’ın petrol bakanı Zeki Yamani var. De Gaulle Zeki Yamani’ye rica ediyor ve diyor ki kapitalizmin beşiği İngiliz ekonomisi çökerse hepimiz çökeriz, İngiltere’ye olan ambargoyu biraz gevşetin. Ve petrol ambargosu gevşetiliyor.
1968’de dünyada bir 68 kuşağı çalkantısı ortaya çıkıyor. Prag baharı diye bilinen olay da Çekoslovakya’nın başkenti Prag’da aslında Sovyetlerin bir uydusu olan Çekoslovak hükümeti Sovyetlere karşı geliyor ve diyor ki evet biz sosyalistiz ama sosyal demokrat olacağız, sermaye düşmanı olmayacağız, sosyal yardımları yapacağız ama özel sektöre döneceğiz diyor. Bunun üzerine Sovyetler birliği binlerce tank ve on binlerce askerle Prag’a dalıyor ve komünist rejimi yeniden inşa ediyor ve bastırıyor olayı. Bunun üzerine Avrupa’da isyan eden solcular biz Sovyet solcusu değiliz diyorlar ve gençler Paris’de General De Gaulle’ye karşı geliyorlar.
Sovyetlere karşı gelişen bir hareket Avrupa’da kapitalizme karşı dönüyor. Ve Paris sokakları yanıyor… Bunun üzerine De Gaulle istifa ediyor ve 5. cumhuriyet kuruluyor. Başından beri Fransa’dan rahatsız olan İngiltere Amerika’nın da deteğiyle, De Gaulle’nin ölümünü fırsat bilerek, Avrupa solunun serbest piyasayı kabullenmesi-sosyalist partinin iktidara gelmesi ama kapitalist düzeni bozmaması sadece sosyal içerikli politikalar üzerinde durması gibi faktörlerin etkisiyle birliğe üye oluyor. 1971 yılında anlaşma imzalanıyor ve 1 Ocak 1973’te üye oluyorlar.
Bundan sonra Avrupa’da sorun başlıyor. İki ayaklı Avrupa askıya alınıyor. Daha sonra Türkiye ve Yunanistan’ın üyelikleri alınıyor 12 yıl en erken en geç 22 yıl üye olacaksınız deniliyor. Ama bu hep sürüncemede bırakılıyor. 1974’deki Kıbrıs harbimiz buna engel oluyor. Yunanlar mağlup oluyor ama Fransızlar hep Yunan’lardan yana olduğu için onların başvurusunu alıyorlar. Bu sıralarda Türkiye’deki 4 siyasi eğlimin 4’ü de Avrupa birliği taraftarı değiller. Yapılan anketlerde %25 bile çıkmıyor Avrupa birliği taraftarlığı. O yıllarda dvletçi bir ekonomimiz olduğu için engelleniyor Avrupa sürecimiz. Serbest piyasası olmayanın demokrasisi olmaz. 4 siyasi eğlim de devletçi ve dış politikaları aşağı yukarı aynı paralelde o yıllar Türkiye’de. Ekonomi dışa açılmamış, döviz yasak, TEKEL diye bir kurumun var. İktisaden batılı değiliz ama siyaseten, sosyal ve kültürel olarak bir batı taklitçiliği var.
Bu nedenler toplumsal ve siyasi yaşantımızı Avrupa ile uyumlu bir hale getirmiyor.
Türkiye iktisadi bir organa siyasi başvuru yaptı. Onlar da soğuk savaş gerekçesiyle kabul ettiler. Çünkü vazgeçilmez bir ülke; asker sayısı fazla, silah sayısı fazla, soğuk savaşın en sıcak yılları. Türkiye’den öyle kolay vazgeçemeyecekleri için ekonominiz Rusya kadar komünist, sizi almıyoruz demiyorlar. Elinizde en iyi şirketler hukuku var İtalya’dan almışız ama hukuka uygun şirket yok, Belçika’dan en iyi anayasayı getirmişiz ona uygun serbest piyasa, özel sektör, sivil toplum yok, sendika var sendikalı işçiler devlet işçisi-devlet işveren mi arabulucu mu?-bir tane işadamı derneği var 15 üyesi var TÜSİAD. 68 olayları Avrupa’da sistemi tamir etmişken biz de tahrip etti. 70’li yıllarda Türkiye AB trenini kaçırmıştır. 4 siyasi eğlimin dördünün de AB’ye karşı olması ve Kıbrıs Savaşı işin tuzu biberi olmuştur.
80’li yıllar soğuk savaşın yumuşamaya başladığı yıllardır. Bu yıllarda Türkiye’nin jeostratejik önemi daha da azaldı. Uzun menzilli silahlarım ortaya çıkması, nükleer başlıklı silahların karşılıklı anlaşmayla azaltılması, uçak gemilerinin ortaya çıkması Türkiye’yi bir üs olmaktan da uzaklaştırdı.
1990’da Sovyet’lerin yıkılmasıyla beraber yeni bir perde geldi. Fransa Almanya çekişmesi başladı. Fransa yeniden Ortadoğu’ya yönelmeye başladı. Yenileştirilmiş Akdeniz Politikası adı altında 1992 yılında bütün Akdeniz ülkeleriyle yeniden anlaşma yaptılar. Kuzeye doğru genişlememe kararı aldılar Almanya’nın itirazlarına rağmen. İki hatlı bir Avrupa istiyorlardı. Birinci hatta federal bir Avrupa, ikinci hatta iktisadi işbirliğine katılmış bir Avrupa isteniyordu özellikle Fransa tarafından. İngilizler ve Almanlar buna şiddetle karşı çıktılar ve müthiş bir çekişme sahasına dönüştü Avrupa Birliği. 1995 yılında Fransız Jacques Delors’un komisyon başkanlığı sona erince Fransa’nın etkinliğ kırıldı Alman’ların hükmü arttı. Nitekim 1997 yılında Lüksemburg zirvesinde orta ve doğu Avrupa ülkelerine üyelik taahhüt edildi. Aynı zirvede Türkiye’yi de hiç üye olmayacak ülkeler statüsüne koydular. Alman başbakanı Kinkel Mesut Yımaz’ın yüzüne “bizim muz cumhuriyetleri ile işimiz yoktur” demişti. 1978’den itibaren Avrupa ile ilişkilerimizin sıfıra indiği dönem olmuştur o dönem.
1990’lı yıllar Alman- Fransız çekişmesinin arttığı yıllardır. Bu çekişme kendisini Ortadoğu bölgesinde iyice hissettirmektedir. 1991 yılında Amerika’nın Körfez müdahalesine İngiliz’lerin asker göndermesi Fransız ve Alman’ların buna karşı çıkması AB’deki önemli bir dış politika çatlağıdır. Avrupa Birliği’nde bir ortak dış politika hemfikirliğinden bahsetmek hemen hemen imkansızdır. AB dış politikada tek sesli değil ama dış ticarette tek seslidir.
İşte 90’lı yılarda İngiltere ve Amerika’nın etkisiyle Ortadoğu politikalarını istediği gerçekleştiremeyen bir Fransa ve AB, yine Ortadoğu’daki Baasçı yapılarla sıkı ilişkileri olan Sovyetlerin çökmüş olması gibi fırsatları Türkiye değerlendiremedi. Kolonyalist bir yapılanma istemiyoruz ama buralar bizim ata topraklarımız. Afrika’nın pek çok ülkesinde yakın zamana kadar büyükelçiliğimiz bile yoktu. Türkiye gerek Arap-İsrail savaşıyla çıkan fırsatları gerekse de 90’lı yıllarda önüne çıkan fırsatları değerlendiremedi ve Ortadoğu’da istediği gibi at koşturamadı.
Suriye konusuna gelince; özellikle AB doğrudan müdahale yerine yaptırım yapmayı tercih ettiler. Ancak ABD ve İngiltere gibi ülkelerin otoriter rejimlerden yana tavır almaları Türkiye’nin hesaplarını tutturmadı. Arap baharı Arap baharı dedik ama Suriye’de Arap kışını gördük.
Bu Arap baharı denilen sürecin Suriye’ye sıçrayacağını oradaki Arap, Kürt, Türkmen ve Şii dengesini ve kendine gelen Rusya’yı hesap edemedik maalesef. Rusya’nın boş durmayacağını hesap etmemiz gerekirdi. Dış politikada cesur değil akıllı olmak gerekir. Asgari bir siyasal düzen olması şartıyla bir ülke değişecekse iktisadi çoğulculukla değişmelidir. Devletçi ekonomisi olup da demokrat olan bir ülke kimse gösteremez bana. Suriye’de devletçi ekonomiyi yavaş yavaş serbest piyasa ekonomisine geçirip kültürümüzle, ticaretimizle, paramızla, İbrahim Tatlıses’imizle gidip yavaş yavaş oradaki dönüşümü sağlamamız lazımdı. Mesela 70’li yıllarda Malatya’da alevi-sünni kavgaları vardı. Ama şimdi sanayide alevi sünni beraber fabrika açıyorlar. Sebep? Çünkü serbest piyasa var. Ama 70’li yıllarda devletçi ekonomi vardı. Rejimden hak talep etme yoktu, rejimi talep etme vardı. Herkes rejimi talep ediyordu. Ama serbest piyasada geri besleme hattı işler haliyle rejimi değil rejimden hak talep eder insanlar. Rejimden hak talep etmek kadar da meşru ve güzel bir şey yoktur. Rejim de bunlara ödün vermek zorunda kalır. Varolan pastayı paylaştırmak mecburiyetinde olduğu için radikal fikirler de yok olur. Yine bu sebepten dolayı rahmetli Erbakan gibi bugün İslam dinarından bahseden yok. Yine faiz haramdır kaldırdık değil de indirdik diye seviniyorlar. Yani bunlar bir ödün vermedir.
Bizim Ortadoğu’daki politikamız keşke daha doğru hesaplar üzerine inşa edilmiş olsaydı. Türkiye iyi bir komşuluk ilişkisi yapacaksa asgari siyasal zeminde iktisadi işbirliğini geliştirerek AB’nin yaptığı gibi zaman içerisinde iktisadi işbirliğinin siyasi, sosyal ve kültürel örüntüleri gelecektir, radikalizm azalacaktır, yumuşama olacaktır, oradaki bir Türkmen’le Kürt organizede bir fabrika kuracaktır ve Türkiye ile de işbirlikleri olacaktı, belki Türk lirası ortak para olacaktı. Yani kendiliğinden dediğimiz işlevci yoldan bunların olması gerekiyordu.
Yine bir diğer önemli konu İran ve Türkiye bölgedeki anlaşmazlık konularını büyük devletlere pabuç bırakmaksızın çözmeleri gerektiğidir. Ancak mezhepçilik işi bozuyor. Aslında Fransa ve İtalya’nın Katolik protestan çekişmesi 300 yıllık çok daha feci bir durumdur. Diri diri birbirlerini yakmışlardır, engizisyon mahkemelerinde giyotinlerle kesmişlerdir birbirlerini. Bizde Allah’a şükür bu kadar feci bir durum olmadığı halde, İran’la sınırımızın bile Kasrı Şirin anlaşmasından bu yana değişmediği halde maalesef bir birliktelik kuramadık. Türkiye ve İran bir araya gelip dese ki Ortadoğu Adalet Divanını kurduk dese ne olur? Neden gidip Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılanalım? Aralarına Suudi Arabistan’ı da alsalar ne olur, çok mu afaki ya da hayalci bir şey bu.
Yaptırımı da iktisadi olmalı bu birlikteliğin. Böyle bir organizasyon olsaydı Ortadoğu’da büyük devletlerin müdahalesi olmazdı ve şu anki göç hareketleri de bu denli büyük olmazdı. Şimdi gelmiş Avrupa bize diyor ki göç işini durdurun size para verelim. Türkiye de bunu bir koz olarak kullanmak istiyor.
Türkiye AB ilişkileri her zaman dünyadaki değişimle paralel olarak ele alınmalıdır. Ama ülkemizde Türkiye-AB ilişkilerini bir süpermarket ortaklığı gibi görüp ve ödevini yapmamış bir öğrenci statüsünde işte şunu da yaparsak bizi alacaklar, bunu da yaparsak bizi alacaklar gibi yaklaşmamalıyız. Soğuk savaş döneminde nasıl bize muhtaçtılar ama biz değerlendiremedik tıpkı onun gibi bugünlerde de Ortadoğu ile ilgili kozlarımızı özellikle bu göçmen kartını iyi oynayıp AB ilişkilerimizi ilerletmemiz lazımdır.