Türkçe’yi yücelten Ermeniler
Bedros Keresteciyan yüksek bir Osmanlı bürokratıdır ve on kadar dil bilmesiyle, yapıtlarıyla, önemli bir aydındır. “Dictionnaire Etymologique de la Language Turque” adlı eseri 1912’de Londra’da Fransızca olarak basıldı. Orijinali bende var ve çok yararlandım. Fransızca ve başka dillerdeki Türkçe köklü sözcükleri kapsamlı bir sözlük haline getirmiş. Bu çalışmaların başlatıcısı da yine yabancı asıllı bir Osmanlı paşası. Nazım Hikmet’in büyük dedesi Mustafa Celalettin Paşa. Polonyalı ismiyle Konstanti Borzecki… 1869 baskılı “Eski ve Modern Türkler” adlı yapıtında bin kadar yabancı sözcüğün Türkçe kökenini yazmıştı.
SOYADLARINI ATATÜRK VERDİ: DİLAÇAR VE TÜRKER
Bedros Keresteciyan’ın yeğeni Berç Keresteciyan da Cumhuriyetin kuruluş döneminde 3 dönem milletvekilliği yapmıştır. Atatürk ona “Türker” soyadını vermiştir.
Agop Dilâçar ise Atatürk’ün dil devrimi çalışmalarında ve Güneş-Dil kuramı atılımında öne çıkan aydınlarımızdan biridir. Asıl adı “Hagop Martayan” dır, “Dilaçar” soyadını ona Atatürk vermiştir. Dilaçar’ın dil çalışmaları sırasındaki heyecanını ve samimiyetini herhalde ondan yaptığım şu alıntı iyi anlatır:
“Kurultaya katılan İsveçli Arkeolog T. J. Arne, yurduna döndükten sonra, 25 Ekim 1937 de, “Sveske Dagbladet” gazetesinde, ‘Atatürk’ün Dil ve Tarih Teorisi’ başlıklı bir yazı yayımlayarak, Atatürk’ün görüşlerini çürütmeye çalıştı. Bu yazı Türkçeye çevrilerek Atatürk’e sunuldu, ertesi akşam Çankaya’ya çağrıldık. Atatürk yazıyı okumuştu; biz de öyle. Biraz görüşüldükten sonra, ‘Yani demek istiyor ki,’ dedi Atatürk, ‘Orta Asya’nın altı bomboştur.’ Yumruğunu masaya indirdikten sonra şöyle devam etti: ‘Fakat emin olunuz ki, arkadaşlar, günün birinde, bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar (yani Avrupalılar) verecektir.’ (…)
Ertesi yıl Atatürk’ü kaybettik, az sonra savaş başladı, yabancı dergilerin çoğu piyasadan çekildi. Fakat 23 Aralık 1940’ta elime geçen bir antropoloji dergisinde şu haberi okudum: 1939 yılının Temmuz ayında, genç Rus arkeologlarından Dr. Aleksey P. Okladnikov ve eşi, Orta Asya’nın tam göbeğinde, Taşkent yakınında bulunan Teşik-Taş adlı mağaradan, Homo neanderthalensis denilen tarih öncesi bir insan ırkından olan sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun kafatasını ortaya çıkarmışlar. O sırada Rusya’da çalışmakta olan tanınmış Amerikalı antropolog Hrdlicka, bu kafatasını ve mağarayı inceledikten sonra, bu buluşun antropoloji ve Orta Asya’nın tarih öncesi bakımından ‘son derece önemli’ olduğunu söylemiştir. Kafatası, Yontmataş çağının Muster tabakasına ait olduğu için, 150.000 yıllık bir eskiliği vardı. Çocuk kafatasının yanı başında, Muster uygarlığı tipinde, çakmaktaşından âletler, o çağa ait hayvan kemikleri ve kül kalıntıları görünüyordu…
Bu haberi okurken, Atatürk’ün masa başındaki sevimli yüzü, indirdiği yumruk ve ‘günün birinde bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar verecektir’ şeklindeki sezgisi bütün parlaklığı ile gözümde belirdi. Artık Orta Asya’nın alt tabakası “bomboş” sayılmayacaktı. Atatürk, ölümünden sonra da bir yengi kazanmıştı.”
ATATÜRK’ÜN TEZLERİNİ REDDEDEN ‘TÜRKLER’
Gelelim sayın Hasan Eren’in çalışmalarına. 1938’den sonra Atatürk’ün dil ve tarih tezi siyaseten ve fiilen yasaklandı. Bu konudaki tartışmalar da bilimsel zeminde bile yasaklandı. Türkçeyi geliştirsin, Türkçenin öteki diller üstündeki belirgin hakimiyetini her yönden kanıtlasın diye kurulan Türk Dil Kurumu tam tersi bir rotaya sokuldu. Türkçeliği apaçık köklerin Batılı dillere, Arapça ve Farsçaya mal edilme yarışına girildi. Eski Yunan ve Batı’yı uygarlığın tek kaynağı ve merkezi sayma modası esmeye başladı. Onlara göre Türkçe Altaylara sıkışmış, öteki dillerden tamamen farklı, güçlendirilmesi gereken cüce bir dildi. Çünkü Türkler göçebe bir ulus olarak kültürden, uygarlık kavramlarından uzak kalmışlardı. İlkel dillerini arılaştırarak, öz-Türkçeye sarılarak dillerini geliştirebilir, ancak o zaman Batılılar yanında saygın bir kata çıkabilirlerdi.
Hasan Eren “Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü” ve önceki başka yapıtlarıyla Türkolojinin önemli, Türkçenin en önemli üstadı haline geldi. 1983’de 12 Eylülcüler tarafından TDK başkanlığına getirildi ve bu görevi 10 yıl sürdürdü.
Yukarda adı geçen en kapsamlı eserini incelediğimizde neler görüyoruz peki? Adnan Atabek’in haklı olarak eleştirdiği gibi birçok Türkçe kök, “kaynağı bilinmiyor” denerek kuşkuda bırakılıyor. Bir etimoloji ustasının tutumu böyle mi olmalıydı? Örneğin ‘balık’, örneğin ‘kavun’. Oysa ‘balık’ için Türk dilinde su ve sıvı ile bağlantılı onlarca sözcük var. Bat, ban, batak, batık, balçık, bal, bula, buğu, balina vb.
“Bez” sözcüğü için “Arapçadan geçtiği anlaşılıyor” diyor. Oysa bu kökün Altay ve Teleud dillerinde bulunduğunu kendisi yazıyor. Teleudlar Araplardan mı almış? Yine Adnan Atabek “büyük üstadın” başka dillere mal ettiği “sepet, gerdek, moruk, çabuk, erguvan, zaman” gibi pek çok Türkçe sözcüğün gerçek Türk kökünü gösteriyor.
TÜRKÇE KÖKLERİ ‘BELİRSİZ’ SAYANLAR
Tüm bu dilbilimcilerin ortak özelliği, ayan beyan Türkçe kökleri “belirsiz” diyerek kuşkuya düşürmeleri, başka dillerle ortak sözcükleri ise pek bir iştahla öteki dillere yamamaları. Türkçe köklerin başka dillere geçişini kabul etmek ise bu bilginlere çok aşağılayıcı gelmektedir. “Yüce Batı medeniyeti nasıl olur da ilkel bir kavimden dil alır!” Örneğin 317. sayfada ‘öreke’ sözcüğünü ele alıyor, burada şükür ki “örme” ile bağlantı kuruyor ve bunu Türkçe sayıyor. Ama aynı paragrafta Türkçeden geçmiş Yunanca ‘roka’ sözcüğü için “İtalyancadan geçmiş” diyebiliyor. Öreke > roka … (baştaki ‘ö’nün düşmesi kuralı)ndan habersiz.
Bu sözlükteki en büyük ayıp ise şu: ‘Körük’ maddesinde (sayfa 260) Lajos Ligeti’nin şu görüşünü hiç çekinmeksizin ve ona katılarak aktarabiliyor: “Ligeti, tipik bir kültür kavramı olarak bu sözün ‘Altay’ söz dağarcığından gelme bir kalıntı olduğundan söz edilemeyeceğini vurgulamıştır.” Hasan Eren de, Ligeti de Türkleri son 1500 yılda ortaya çıkmış, tarıma, mimariye, kültüre uzak bir göçebe kavim sayıyorlar, (geçmişi bulunmayan bu kavim sanki birden bire uzaydan inmiş!) Körükten, demircilikten bahsediyoruz. Ergenekon Destanı’nı da mı okumamışlar? Salt demirden yapılma en eski müzik aletinin sadece Türklerde bulunduğunu da mı bilmiyorlar (ağız kopuzu)? Demircilikle şamanlığın Eski Türklerde bir ve aynı oluşundan da mı habersizler? Erg, ergene > ferro (Etrüsk, Latin) > ore, iron; tol, tolum, tolga > steel desek iyice dağılırlar (Türk kökleri Batı dillerine geçerken başına boş ‘S’ alır.)
Bunlar sözde Türkologlar, sözde dilbilimciler… Batılı teknik, tarımsal, mimari terimlerin çoğunun – hadi Türkçe demeyelim, çok ağır gelir tüm bu “dilbilimcilere” – en azından Türkçe köklerle ortak olduğunu… sadece bir baksalar görecekler, anlayacaklar. Ama Batıya tapınma var ya! İnat olsun diye görmüyor, anlamıyorlar.
Başka deyişle, gerçeği görmek için Türk olmak hiçbir yere vardırmıyor. Türk olsun, Ermeni olsun, İtalyan, Amerikalı ya da İsveçli olsun… Kişi bilimsel anlamda dürüstse görüyor, görmeyen de ne yapsanız görmüyor.
Odatv.com